kimilerine göre derin bir bıçak yarası bu, kimilerine göre yola koyulmak için bir neden. kimileri için sadece alkolün iyileştirebileceği bir çeşit kanser. gecenin ortasında öylece kalakalmak, bir günün doğuşuna tüm çıplaklığıyla şahit oluncaya dek tek kelime etmemek, aranmak için kaybolmak ve hiçkimse tarafından aranmayınca bulunma isteğini kaybetmek. kaç zamandır düşünüyordum bunu, evet, tanrı şahittir ki ne kadar yaşamak isterse insan o kadar ölümle baş başa kalıyor. herkesten arınmam gereken günün gecesindeyim, arınamamış bir haldeyim. yalnızlığı giyememiş, denemiş fakat saç rengine yakıştıramamış bir ruh halindeyim. duygusuz değilim ben. dengesizim! her şeyim dengesiz. güvertesinde kalmak için yıllarınızı feda etmeyin bir geminin. bir gün gelir, karaya vurur, batar, ya da sadece tekdüzeleşmeye başlar ki, en kötüsü budur. suya bırakın kendinizi. su, bulunduğu kabın şeklindeyken bile, yeterince tekdüze değildir. toprağa süpürülmüş bir ömrün son demlerindeyseniz, evet su tek çarenizdir. ömrüm akıyor soğuk parmak uçlarımdan. telaşımı bile kaybettim. baharları geride bıraktım. hayallere tutunabilme kapasitesi önemlidir, fakat bir insana 'sahip' olmanın pek olanaklı olmadığı unutulmamalıdır. doğru zamanda doğru yerde olmanın büyüsüne kapılmak, can yakacak bir yanılgıdır. bunu zaten göze almış olarak, gökyüzünün buluttan çerçevelerde aşık olduğu yüzü görenler için tanrı veya bir başkası sigara ve içkiyi yaratmıştır. çok yanlış yerlerde büyük bir başarıyla yaptığınız şeyi en doğru yerde yapamayabilirsiniz. seks gibi. ki bu tanrının tüm lanetini üzerinize kusuş biçimidir. bir kaybeden bunu rahatça düşünebilmelidir ki; her şey olağanüstü şekilde parlak ve kusursuz olamaz. geriye acı için bir boşluk, bunaltıcı rüzgar için bir ten ve bunalımlar için duvarlar kalmalıdır. velhasıl; olsa bile, yani her şey hiç olmadığı kadar güzel olsa bile o ' doğru zamanda doğru yer' in ardından bir şeyler yine bir özleme sürükleyecektir insanı. o yüzden düşünmeden bulunduğumuz an'ı yaşamak gerektiğini sayıklar dururuz. bu şehrin, diğer şehirlerin ve şehir olmaya aday olan her yerin yalnızlığını, hayal kırıklığını benim sokaklarıma toplamışlardı. seçimim hayattan yana değildi, sadece bir seçimim yoktu. o yüzden buradaydım. şimdi kimsesiz ve umutsuz, yeni bir günü bekliyorum bir şişe içki ve bir paket Samsun216 ile birlikte.
ve bir şiirimle sonlandırıyorum bu içsel katliamı;
Geceye kulak vermeyi öğren.
Gece, sana bir türkü söylemeye çalışıyor olabilir
ya da bir melodi mırıldanıyordur
daha iyi ihtimalle, küfür bile ediyor olabilir.
Ne diyorsa haklıdır gece.
Unutma ki; gece ve sanat arasında
tanrıya dayanan bir ilişki vardır.
Çoğu şey için sanat denebilir, fakat gerçek bir 'sanat eseri'nin üzerine konuşulmaz.
Algılandığında insanı sessizliğe çağıran her şey sanat eseridir.
Çünkü sanat, hayatı geride bıraktığınız noktada başlar.
Tüm bu içten denklemin en sıcak noktasında, tanrının sanat eseridir gece.
he
19 Aralık 2015 Cumartesi
5 Ekim 2015 Pazartesi
Bayan N'nin yokluğu ve kahır
kaybolmuş, yitip girmiş yıllardan yapılma bir sokağı yeni geçmiş, evime ve odama ulaşmıştım. Bach çalıyordu bıraktığım gibi. zaten yapayalnız bir insan olmasam, yapayalnız bir keman konçertosu olmak isterdim. kimsesiz bir şafağa uyanan, kimsesiz bir keman konçertosu. bol, dar, uzun, kısa, tanım kelimeleriyle tanımlanamayan bir boşluğun konçertosu. yalnızlığın uzayıp giden, ağızdan ağza dolaşan türküsündeki güzel kız gibi. yatağıma uzandım. duvarlar tavanla kavgaya tutuşmuştu. kimsenin şahit olmadığı bir cinayetin orta yerindeydim. kanıt yoktu. parmaklarım uyuşmuş, ateşim 40 dereceye vurmuş, ciğerlerim bitik durumdaydı. bütün dünyanın el birliğiyle işlediği cinayetin maktulü. usandığım canım, göğsümden yükselip göğe ulaşmaya çalışıyordu. buzsuz, sek bir viskiyle boğazımdan aşağı akıyordu ömrüm, cayır cayır tütün kokan bir sigara dumanıyla da dışarı çıkacaktı. bütün tanrılar seyre dalmıştı. bütün dünya bilmezden geliyordu. kimsesizlik benim boyumdan büyüktü. bir çok şey birbirine karışmış, terimler kaybolmuş, kutsal olan her şey denize dökülmüştü. ne söylesem boşaydı. biraz kıvrandım yatağımın üzerinde. bir kahvaltının özlemini çekiyordu viskiyle sulanmış damağım. kollarım mutluluğu sarmanın tarifsiz duygusunu özleyerek hissizleşiyordu. kulaklarım, en ufak bir destek cümlesi duymadıkları için kendilerini dış dünyaya kapatmışlardı. ömrümü gölgeliyordu ağaçlar. tuzlu deniz suyu tadı vardı tüm manevralarında ölüm yolunun. tökezleyerek ilerlemeye devam ederken ruhum, bütün ışıklar çekildi. doğruldum ve hafifçe koyverdim gözyaşlarımı. kahır ve acı ve hüzün ve yalnızlığın şamarları arka arkaya gelmişti. deli gibi yumuldum viskime. kısa sürede yarım litre viski aktı boğazımdan dans ederek. bir samsun* tutuşturdum. akciğerlerimi son raddeye kadar doldurdum dumanla. son nefesim gibi süzüldü dudaklarımdan dışarı. tüm bunlar olurken, içimde bir boşluk doğup küçük bir oğlan çocuğu ölürken, Zeki Müren girdi söze keman konçertosunun bitişiyle. johnnie walker'ın son demlerini de yuvarladım. kendimden geçmek isterken, kendime kilitlendim öylece. gözlerimden akıyordu hala ılık bir yalnızlık. bomboş, sonsuz, karanlık bir keder boşluğunun ortasındaki adam yitip gidiyordu. ilk harfi yazışımdan bu yana bir büyük viski geçti. altmış kadar da dakika. hiçbir şey değişmedi, her şey can yakan bir biçimde, alabildiğine aynı.
sonu olmayan boşlukta
gözyaşlarımdan bir beyaz bayrak
pes ediyorum.
*sözkonusu yazarın son dönemdeki sigarası Samsun216
12 Eylül 2015 Cumartesi
durmuyor
herkes tarafından işlenmiş bir cinayetin katilini bulabilir misiniz? bulduğunuzda cezasını kesebilir misiniz? bunu yapabilecek bir adalet var mı dünyada? yağmurun altında eriyip giden bir ömrün sorumlusuna ceza kesebilir mi adalet? kimsesiz bırakılarak hayattan soyutlanan bir insanın, diplerde gömülü ruhunu koruyabilir misiniz? böyle hizmetler insanlar için midir? neden bu tip durumlar üzerine devlet kurumları yoktur?
ben hayata tutunabilmek istedim yüzlerce kez. kaç kez istediysem o kadar da adım attım. adımlarımın hepsi ilk adım olarak kaldı. çünkü ilk adımdan sonrası gelmedi. tutunacak bir şey bulamadım. ben adım attım, her şey soyutlaşıp yok oldu. adım atmadan önce gerçek ve olduğu yerde heybetli ve güçlü gözüken dallar, adım attığımda şeffaflaştı. onlar şeffaflaştıkça ben renksizleştim. bir gün uyandığımda, tekrar adım atmak için gücüm ve hevesim kalmamıştı. hüsranlardan bıkmıştım. yeniden deneyemezdim. boşluk beni sardı yeniden. yeniden boşluğa sarıldım. kimsesizliği ve boşluğu giydim üzerime. sigaradan hiçliği çektim, içtiğimde karaciğerim hüznü süzdü, sarhoş olamadım. hiç oldum. bu iş böyledir zaten. karaciğer alkol süzerse sarhoş, hüzün süzerse hiç olursun. bana bir gün hayatın güzel olacağını söylüyorlar hep. bir gün. bir gün uyandığımda halüsinasyonlar ve hüzünden uzak bir dünyada olacakmışım. palavra. oyun bitti artık. denek fare felç kaldı. denek fare kıpırdayamıyor. denek fare pes etti. denek fare küfür etti. ben denek fareden geriye kalan tek şeyim, hüzünüm ben. görmeyen gözlerle duymayan kulaklardan işaretler bekleyen çaresiz beyinim. ara sıra nikotine mi yoksa oksijene mi ihtiyacı olduğunu karıştıran beyin de benim. ben dünyanın arka yüzüyüm. insanlarından gizlediği ve korkunç olan. denek fare. denek fare gülüyor. denek fare ağlıyor. denek fare hep peşimde. denek fare aynada. denek fare gündüz ve gece. denek fare güzel bir kadın ve yaşlı bir kaldırım taşı. denek fare çocuksu ve ağlıyor. denek fare hep içiyor. denek fare için yol yok. denek fare sadece ölümü bekliyor. denek fare yazıtura atmaktan korkmuyor. öylesine yalnız ki, denek fare olduğunu ona hatırlatacak kimse yok etrafta. dünyanın en güzel yüzlerini gördü denek fare, ve hiçbirini hatırlamıyor. işte en çok da bu yakıyor onun canını. denek fare gözyaşları içinde kıvranıyor. denek fare bir yudum votkayla boğazdan aşağı süzülüyor. denek fare cephede kurşunlara hedef oluyor. denek fare uyuyamıyor. denek fare kısık gözleriyle insanların gözüne bakıyor, konuşamıyor ama, bakışlarıyla yardım istiyor. denek fare. denek fare bir karanlığın içinde. denek fare aydınlığa çıktığında bile renksiz. denek fare bir zamanlar ışıldıyordu. şimdi en dikkatli gözlerden bile kaçıyor denek fare. denek fare bir daha sarhoş olamayacağını bildiği için çok üzgün. çünkü sadece sarhoşken unutuyordu bulunduğu hayatı denek fare. denek fare kendisine alabildiğine yabancı. renkleri, tatları ve notaları unuttu denek fare. en hüzünlüsü de, denek fare bu yakıcı oyunların içinde, yoksunluk ve kimsesizliğin içinde, kimsesizliğin en içinde, çözülemeyen denklemlerin ortasında, denek fare, ölemiyor! Yeşilçam filmlerine bile sığınamıyor. Milyonlar onun için yasta değil. yanında kimse yok. arkasından salyalarını akıtarak koşan bomboş ve bombok bir hayattan kaçıyor. kaçamıyor ki. yakalanıyor. denek fare rahatsız bile değil artık bu durumdan. öyle işte.
ve bunlar
bu vagonlar
bu mevsimler
asla durmuyor.
ben hayata tutunabilmek istedim yüzlerce kez. kaç kez istediysem o kadar da adım attım. adımlarımın hepsi ilk adım olarak kaldı. çünkü ilk adımdan sonrası gelmedi. tutunacak bir şey bulamadım. ben adım attım, her şey soyutlaşıp yok oldu. adım atmadan önce gerçek ve olduğu yerde heybetli ve güçlü gözüken dallar, adım attığımda şeffaflaştı. onlar şeffaflaştıkça ben renksizleştim. bir gün uyandığımda, tekrar adım atmak için gücüm ve hevesim kalmamıştı. hüsranlardan bıkmıştım. yeniden deneyemezdim. boşluk beni sardı yeniden. yeniden boşluğa sarıldım. kimsesizliği ve boşluğu giydim üzerime. sigaradan hiçliği çektim, içtiğimde karaciğerim hüznü süzdü, sarhoş olamadım. hiç oldum. bu iş böyledir zaten. karaciğer alkol süzerse sarhoş, hüzün süzerse hiç olursun. bana bir gün hayatın güzel olacağını söylüyorlar hep. bir gün. bir gün uyandığımda halüsinasyonlar ve hüzünden uzak bir dünyada olacakmışım. palavra. oyun bitti artık. denek fare felç kaldı. denek fare kıpırdayamıyor. denek fare pes etti. denek fare küfür etti. ben denek fareden geriye kalan tek şeyim, hüzünüm ben. görmeyen gözlerle duymayan kulaklardan işaretler bekleyen çaresiz beyinim. ara sıra nikotine mi yoksa oksijene mi ihtiyacı olduğunu karıştıran beyin de benim. ben dünyanın arka yüzüyüm. insanlarından gizlediği ve korkunç olan. denek fare. denek fare gülüyor. denek fare ağlıyor. denek fare hep peşimde. denek fare aynada. denek fare gündüz ve gece. denek fare güzel bir kadın ve yaşlı bir kaldırım taşı. denek fare çocuksu ve ağlıyor. denek fare hep içiyor. denek fare için yol yok. denek fare sadece ölümü bekliyor. denek fare yazıtura atmaktan korkmuyor. öylesine yalnız ki, denek fare olduğunu ona hatırlatacak kimse yok etrafta. dünyanın en güzel yüzlerini gördü denek fare, ve hiçbirini hatırlamıyor. işte en çok da bu yakıyor onun canını. denek fare gözyaşları içinde kıvranıyor. denek fare bir yudum votkayla boğazdan aşağı süzülüyor. denek fare cephede kurşunlara hedef oluyor. denek fare uyuyamıyor. denek fare kısık gözleriyle insanların gözüne bakıyor, konuşamıyor ama, bakışlarıyla yardım istiyor. denek fare. denek fare bir karanlığın içinde. denek fare aydınlığa çıktığında bile renksiz. denek fare bir zamanlar ışıldıyordu. şimdi en dikkatli gözlerden bile kaçıyor denek fare. denek fare bir daha sarhoş olamayacağını bildiği için çok üzgün. çünkü sadece sarhoşken unutuyordu bulunduğu hayatı denek fare. denek fare kendisine alabildiğine yabancı. renkleri, tatları ve notaları unuttu denek fare. en hüzünlüsü de, denek fare bu yakıcı oyunların içinde, yoksunluk ve kimsesizliğin içinde, kimsesizliğin en içinde, çözülemeyen denklemlerin ortasında, denek fare, ölemiyor! Yeşilçam filmlerine bile sığınamıyor. Milyonlar onun için yasta değil. yanında kimse yok. arkasından salyalarını akıtarak koşan bomboş ve bombok bir hayattan kaçıyor. kaçamıyor ki. yakalanıyor. denek fare rahatsız bile değil artık bu durumdan. öyle işte.
bu vagonlar
bu mevsimler
asla durmuyor.
2 Temmuz 2015 Perşembe
içimde yaşadığından emin olduğum meksika akbabası üzerine;
sigara dumanlarında yükselen martılar vardı. bu tip geceler yaşanır bazen. bazı geceler, sigara dumanlarında çeşitli hayvanlar, özellikle su yılanları, kır kelebekleri ve mitolojik canlılar hayat bulabilir. ölümün içindeki hayatı görmek sanıldığı kadar zor değildir ve ruhani bir iç-göz gerektirmez. nikotinden sararıp çürümüş dişlerin hakim olduğu bir gülüş, yüzlerce yılda bir görülen bir kuyruklu yıldız kadar nadir olabilir. yirmi santimlik bir cetvel vardı masamda. orada olmaması gerekiyordu. yine de cetveli suçlamıyorum. görmüş-geçirmiş bir karga hemen penceremin önündeki -şahsım tarafından ışığından rahatsız olduğum gerekçesiyle kırılmış- elektrik direğinden sokakları izliyordu. bildiği bir çok şey vardı bu karganın. önceki hayatında da bir karınca olmalıydı. emektardı, rahatsız ediciydi, bir çoğumuz gibiydi.
acıktığımı hissettim. karga, gökyüzünde asılı duran güneş ışıklarının arasından, suçsuz birini -hangimiz suçluyduk?- vurmak üzere ilerleyen bir kurşun gibi süzüldü.
''orospu çocuğu,'' diye düşündüm.
''görecek bir çok şeyi var hala.''
geri döndüğünde benimle sıkı bir sohbete tutuşacaktı yine, bundan emindim. gördüklerini aktaracak, benim seyahat etmeksizin dünyayı tanımama yardımcı olacaktı. ben onun bebeğiydim. beni bilgi ve ışıkla besliyordu. öteki kargaların aksine bu karga, azizdi. anlamsız derecede ilgi çekici bir budist-ayin'den fırlamıştı. bir hindistan cevizini oyarak heykeltraşlık yapmayı öğretmişti bana. başarısızlığı ve kavga etmeyi de ondan öğrenmiştim. kanunsuzdu. bir kahramandı benim için. tanrı'nın karga silüetiydi. içimdeki manevi nüfussuzluğu gideriyordu.
bir çok şeyin tadı kalmamıştı hayatımda. oysa bir zamanlar, bir çok insanın alamadığı tadlara doyduğumu, tanrının şanslı çocuklarından biri olduğumu hatırlıyorum. bundan iki önceki hayatımda, bir boz ayıyken de böyleydim. şimdiyse, bir meksika akbabası için iddialı bir duruşum vardı. klasım vardı! akbaba klası. en azından kahvaltım, kargalardan daha lükstü. yetinmeyi öğrenmiş, viski yerine çürümekte olan insan leşi tercih etmeye başlamıştım. eski hayatım geride kalmıştı. insan olmak tuhaf bir duyguydu. tam olarak ne olduğunu anlayamıyordun insanken. insansan, insan olduğundan emin olamayabilirdin, ama akbaba olduğun sürece, akbabaydın.
GEL
GEL GEL GEL GEL
GEL
GEL GEL
gelmesi gerekenler vardı. eski hayatımdan alışkanlık sahibi olduklarım.
GELmediler.
yalnız
bir
meksika
ucubesi
ve
kaktüsler.
bir hatam olmadı diyemezdim, hatalarımdan ibaretti ömrüm. ritim tuttum, ve içimden şunları geçirdim;
aydınlanmak uğruna ateşe teslim olanların, özgürlük uğruna kafeslerde kan dökenlerin, uçma kabiliyetlerini kıskandığı için kuşlara kin ve nefret besleyenlerin, bir kadının varlığını özleyenlerin ve bu özlemle masturbasyon yapanların, McDonald's kuyruğunda çılgınca sertleşip kendine ''nasıl bu kadar KALİTESİZ olabiliyorsun?'' diye soranların, bu soruya başkaları tarafından mağruz kalanların-ki onlar daha şanslı hissetmelidir-, güneşin, ayın, yıldızların ve her türlü ışığın batmasını-sönmesini bekleyenlerin, belli-başlı kokulara hasta olanların, kahve ve sigarayla hayata tutunanların, içki zamlarından şikayetçi olanların, yalnızlığın yalnızların kaybolmuşların ve kaybolmuşlukların, hiçliğin hiçlerin ve hiç olmaya doğanların, ölümü saygıyla bekleyenlerin, sabırsızlananların ve mızmızlananların, damlaları hissetmeyi sevenlerin, erkeklerini bulutların yerine koyan sikiş-düşkünü ama aynı zamanda münzevi gözüken kadınların, olduğu şeyden, olduğuna inandığı şeyden başka hiçbir şeyi taklit etmeyen erkeklerin, eski tren yolları ve istasyonlarının -güzeldir-, gökyüzünün her gün griye dönüşüne boş, umutsuz ve incinmiş gözlerle bakanların, günleri teker teker sayıp her bir gün için başarısız bir dart atışı yapanların, damarlarında akan kanla, saçlarındaki tozla ve düşüncelerindeki toz bulutuyla top sektirenlerin, çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda ağzının bozuk olduğuna dair şikayetler işitenlerin, işittiklerini siklemeyip yoksulluğun tadını çıkaranların, sahip olamayışın ağırlığını taşımayı bilenlerin
günleri
tükeniyor.
acıktığımı hissettim. karga, gökyüzünde asılı duran güneş ışıklarının arasından, suçsuz birini -hangimiz suçluyduk?- vurmak üzere ilerleyen bir kurşun gibi süzüldü.
''orospu çocuğu,'' diye düşündüm.
''görecek bir çok şeyi var hala.''
geri döndüğünde benimle sıkı bir sohbete tutuşacaktı yine, bundan emindim. gördüklerini aktaracak, benim seyahat etmeksizin dünyayı tanımama yardımcı olacaktı. ben onun bebeğiydim. beni bilgi ve ışıkla besliyordu. öteki kargaların aksine bu karga, azizdi. anlamsız derecede ilgi çekici bir budist-ayin'den fırlamıştı. bir hindistan cevizini oyarak heykeltraşlık yapmayı öğretmişti bana. başarısızlığı ve kavga etmeyi de ondan öğrenmiştim. kanunsuzdu. bir kahramandı benim için. tanrı'nın karga silüetiydi. içimdeki manevi nüfussuzluğu gideriyordu.
bir çok şeyin tadı kalmamıştı hayatımda. oysa bir zamanlar, bir çok insanın alamadığı tadlara doyduğumu, tanrının şanslı çocuklarından biri olduğumu hatırlıyorum. bundan iki önceki hayatımda, bir boz ayıyken de böyleydim. şimdiyse, bir meksika akbabası için iddialı bir duruşum vardı. klasım vardı! akbaba klası. en azından kahvaltım, kargalardan daha lükstü. yetinmeyi öğrenmiş, viski yerine çürümekte olan insan leşi tercih etmeye başlamıştım. eski hayatım geride kalmıştı. insan olmak tuhaf bir duyguydu. tam olarak ne olduğunu anlayamıyordun insanken. insansan, insan olduğundan emin olamayabilirdin, ama akbaba olduğun sürece, akbabaydın.
GEL
GEL GEL GEL GEL
GEL
GEL GEL
gelmesi gerekenler vardı. eski hayatımdan alışkanlık sahibi olduklarım.
GELmediler.
yalnız
bir
meksika
ucubesi
ve
kaktüsler.
bir hatam olmadı diyemezdim, hatalarımdan ibaretti ömrüm. ritim tuttum, ve içimden şunları geçirdim;
aydınlanmak uğruna ateşe teslim olanların, özgürlük uğruna kafeslerde kan dökenlerin, uçma kabiliyetlerini kıskandığı için kuşlara kin ve nefret besleyenlerin, bir kadının varlığını özleyenlerin ve bu özlemle masturbasyon yapanların, McDonald's kuyruğunda çılgınca sertleşip kendine ''nasıl bu kadar KALİTESİZ olabiliyorsun?'' diye soranların, bu soruya başkaları tarafından mağruz kalanların-ki onlar daha şanslı hissetmelidir-, güneşin, ayın, yıldızların ve her türlü ışığın batmasını-sönmesini bekleyenlerin, belli-başlı kokulara hasta olanların, kahve ve sigarayla hayata tutunanların, içki zamlarından şikayetçi olanların, yalnızlığın yalnızların kaybolmuşların ve kaybolmuşlukların, hiçliğin hiçlerin ve hiç olmaya doğanların, ölümü saygıyla bekleyenlerin, sabırsızlananların ve mızmızlananların, damlaları hissetmeyi sevenlerin, erkeklerini bulutların yerine koyan sikiş-düşkünü ama aynı zamanda münzevi gözüken kadınların, olduğu şeyden, olduğuna inandığı şeyden başka hiçbir şeyi taklit etmeyen erkeklerin, eski tren yolları ve istasyonlarının -güzeldir-, gökyüzünün her gün griye dönüşüne boş, umutsuz ve incinmiş gözlerle bakanların, günleri teker teker sayıp her bir gün için başarısız bir dart atışı yapanların, damarlarında akan kanla, saçlarındaki tozla ve düşüncelerindeki toz bulutuyla top sektirenlerin, çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda ağzının bozuk olduğuna dair şikayetler işitenlerin, işittiklerini siklemeyip yoksulluğun tadını çıkaranların, sahip olamayışın ağırlığını taşımayı bilenlerin
günleri
tükeniyor.
22 Mart 2015 Pazar
Tam, yarım, eksik...
Bir parça kuru ekmeğe baktım ve içim hüzünle doldu. Geçen hafta pazartesi, 8'e on kala, yolda bir çocuk görmüştüm, içim yine hüzünle dolmuştu. Beni eve götürmeleri için martılara, tüm odamı sarmaşıklarla kaplamaları için ağaçlara yalvardım. Sıkı içerim, bu akşam içmeyeceğim. Bazen alkolden biraz uzak kalarak hayatın hala ayık kafayla çekilebilme ihtimali olup olmadığını yokluyorum. Ekonomik tasarruf olmakla birlikte, gri renkte bir zaman kaybı. Soğuk suya sağ elimi daldırdım. Kapı çaldı. Sol elimi de daldırdım. Kapı bir daha çalmadı. Beni duyup duyamadığını merak ediyorum beni bu noktaya itenlerin. Bir bar taburesinde oturan kadın için hüzünlendim akşam. Kim bilir ne derdi vardı. Biriyle mi yoksa yalnız mı yatacaktı birkaç saat sonra? İçmemek konusundaki kararım değişti. Johnnie Red'imle beraber yere uzandım. Sıkı bir yudum aldım. Ağzımda karşıladım, önce damağıma oturtup hoşgeldin dedim, yavaşça mideme doğru akıttım. Gözlerim doldu. Beni duymuyorlardı. Hayatta viski içmek kadar sevdiğim hiçbir şey yoktu. Çıkıp soğuk havada ruhumu teslim etmem gerekiyordu belki de. Gece 3:00 oldu, uyuyamadığımdan yürüyüşe çıktım. 3 kilometre kadar yürüdüm, soğuk ve bilinç kaybıyla, 3 kilometre, ve sonunda Ataköy'ün ördeklerine (eski dostlar) ulaştım. Bomboştu etraf. Bir bekçi vardı kafede. Bir polis arabası da arkadaydı. Köprüye oturdum, The Blower's Daughter'ı (damien rice) söylemeye başladım. Elimden bırakmamıştım şişeyi. Yol boyunca tek yudum almamıştım ama, elimden de bırakmamıştım. Şarkı söyledim, ağladım, sigara yaktım, viski bitti, binbir güçlükle toprağı kazdım ve şişeyi oraya gömdüm. Johnnie Walker-red label, burada yatıyor, iyi bir eş ve muhteşem bir anne, allah taksiratını affetsin. Gördünüz mü kültür karmaşası yaşadım.
Çok sarhoştum, etraf çok canlıydı, bir o kadar sessiz ve kırmızıydı. Sızmak istemedim. Bir sigara daha yakıp yürümeye başladım. Pazar kahvaltısını kaçıramazdım. Sendeleyerek, dönerek, dans ederek, söverek, zombi'leyerek, düşerek ve kalkarak yürümeye devam ettim. 3 kilometreyi kazasız belasız, darpsız ve tecavüzsüz geri teptikten sonra, evin kapısında durdum. Tap-maya çağıran bir dolunay vardı gökyüzünde. Gecenin tam içindeydi. Dolunayla birlikte gecenin içindeydim. Bir saat sonra o kaybolacak, ve güneş doğacaktı. Eve girdim ve adımımı attığım an bir saat geçti, sadece iki sinek vızırtısı duydum, bir saat geçti. Kahvaltı hazırlamadı kimse. ''keşke,'' diye düşündüm ''ördeklerde sızsaydım''. Akciğerlerim sıkışıyordu ve karaciğerimde ciddi bir sancı vardı. Odada unutulmuş bir mini etek gördüm, kimin olduğunu hatırlamaya çalıştım, kafamı camdan dışarı çıkardım, bir an için, ilk derin nefesi aldığım an için, çok güzel hissettim. Her şey olması gerektiği gibiydi bir an için, ki her zaman öyledir. Bir an için mutluydum. Sonra bir uğultu, camları titreten bir uğultu, gökyüzünden dünyaya hakim oldu, bir uçak geçiyor olabilirdi, bir düşüş sesi duydum, Nalan'ı düşündüm, sonra devasa bir ışığın bana doğru büyüdüğünü gördüm. ''Hepsi bu kadar''. Bitmişti. Bir bombayla hepimizin işi bitmişti. Ertesi gün, ruhum bir meksika akbabasının vücudunda uyandı. ''ördekler tercihimdi.'' dedim, kanat çırptım, yükseldim, kutsandım ve devam ettim.
Çok sarhoştum, etraf çok canlıydı, bir o kadar sessiz ve kırmızıydı. Sızmak istemedim. Bir sigara daha yakıp yürümeye başladım. Pazar kahvaltısını kaçıramazdım. Sendeleyerek, dönerek, dans ederek, söverek, zombi'leyerek, düşerek ve kalkarak yürümeye devam ettim. 3 kilometreyi kazasız belasız, darpsız ve tecavüzsüz geri teptikten sonra, evin kapısında durdum. Tap-maya çağıran bir dolunay vardı gökyüzünde. Gecenin tam içindeydi. Dolunayla birlikte gecenin içindeydim. Bir saat sonra o kaybolacak, ve güneş doğacaktı. Eve girdim ve adımımı attığım an bir saat geçti, sadece iki sinek vızırtısı duydum, bir saat geçti. Kahvaltı hazırlamadı kimse. ''keşke,'' diye düşündüm ''ördeklerde sızsaydım''. Akciğerlerim sıkışıyordu ve karaciğerimde ciddi bir sancı vardı. Odada unutulmuş bir mini etek gördüm, kimin olduğunu hatırlamaya çalıştım, kafamı camdan dışarı çıkardım, bir an için, ilk derin nefesi aldığım an için, çok güzel hissettim. Her şey olması gerektiği gibiydi bir an için, ki her zaman öyledir. Bir an için mutluydum. Sonra bir uğultu, camları titreten bir uğultu, gökyüzünden dünyaya hakim oldu, bir uçak geçiyor olabilirdi, bir düşüş sesi duydum, Nalan'ı düşündüm, sonra devasa bir ışığın bana doğru büyüdüğünü gördüm. ''Hepsi bu kadar''. Bitmişti. Bir bombayla hepimizin işi bitmişti. Ertesi gün, ruhum bir meksika akbabasının vücudunda uyandı. ''ördekler tercihimdi.'' dedim, kanat çırptım, yükseldim, kutsandım ve devam ettim.
13 Mart 2015 Cuma
şakağıma dayan, dağıt beni.
Kimse gelmedi. Zaten hiç kimse davetli değildi. En azından çabalamadan kaybetmiştik. Aksi takdirde daha çok can yakardı. Şimdi de 'keşke'ler var. Bir kamyonet kasasında doğum yapmış kadar aziz, tüm çabalara rağmen çocuğu ölü doğmuş bir kadın kadar talihsiz bir his hakim üzerime. Soğuk bir rüzgar yüzümü okşadı. Ben soğuk rüzgardan hala memnunum. Kafamın içinde birkaç kahkaha yankılandı. Yüksek sesle nefret söylemleri beynimin içinde döndü durdu. Tanımadığım seslerdi sanırım. Ağlamak istedim, kafamdaki seslerden kurtulmak istedim. Dünyadan biraz daha ayrışmak istedim, güzel bir kadını daha öpmek istedim, yangın çıkışı olmayan bir binaya içimi açmak istedim. Gözlerindeki hüzünden öpmek istedim Nalan'ı. Bir bira daha açmak istedim geceye. Meyve suyunun içinde votka aramadığım günleri özledim. Karaciğerimdeki ağrıyla barışmak zorundayım şimdi. Size yemin ediyorum, kurtuluşa dair tek bir yol dahi görünmüyor. Ayrışalım sevgili dünya, sevişelim güzel ve suskun kadın, bitelim birlikte sevgili içki şişesi.
Rus bir votka ve amerikan bir sigaranın soğuk savaşta doğmuş çocuğuyum ben, ben daha çok küçükken, sen o zaman da güzeldin. Hayat da öyle. Yavruağzı renginde iki balık, kirli bir akarsu ve çimlerde bir sarhoş. Samsun'un kasvetli havasından olsa gerek, insan aldırmadan edemiyor.
Her şey için teşekkürler sevgili Smirnoff ve Lucky Strike.
Rus bir votka ve amerikan bir sigaranın soğuk savaşta doğmuş çocuğuyum ben, ben daha çok küçükken, sen o zaman da güzeldin. Hayat da öyle. Yavruağzı renginde iki balık, kirli bir akarsu ve çimlerde bir sarhoş. Samsun'un kasvetli havasından olsa gerek, insan aldırmadan edemiyor.
Her şey için teşekkürler sevgili Smirnoff ve Lucky Strike.
8 Şubat 2015 Pazar
yakarışları kucaklamak
Her şey için teşekkür ettim bazı şeylere. Bazı şeylerin gözleri doldu. Ölüm daha yakındı artık. Dokunulmaz değildik ama kimse dokunmadı. Tutku ve umutla, oda duvarlarında biten sevişmelerin ve biten cephanelerin, dolan gözlerin, uzun sessizliklerin ve doğmak konusunda şüphe içinde olan ceninlerin çığlığında bir gün aydınlandı. Bir yerlere gitmek istedim ama odamdan çıkamazdım. Ölüm beni burada bulmalıydı, ya da ihtimallerin ve kadınların en güzeli, nalan beni burada bulmalıydı. Bir şerit kokainden arda kalan beyaz bir leke vardı gökyüzünde. Belki de bir buluttu. İki türlü de korkuya düşürdü beni. Hiç uğruna korktum, bir çok şey için dünlerimi sorguladım. Dünlere ithafen ateşe verdiğim günleri, tek tek sorguladım. Ölürken geriye son kez baktığında, büyük adamlar geride bıraktığı eserleri görür. Geride bıraktıklarını görmek bir lütuftur. Ben geride kaldıklarımı göreceğimden emindim. Geride kaldığımız kadar yaşadık bu gezegenin en renkli çerçevesinde, ve solduk her renk için en az üç kez. Kimsenin borcu kalmadı ve kimse sorgulamadı. Birileri çabaladı, birileri korktu ve geceleri çok yalnızdım. Teninden uzakta, her saniye yalnızdım. Fazlalıklara saygımdan hiç uçağa binmedim. İki saksı bitkisi yetiştirdim, hiç evcil hayvanım olmadı. Üç kez esir düşüp bir kez iyi bir adam olmaya karar verdim. Binlerce şişe bira içtim, binlerce şişe yalnız kaldım. Ne güzeldi gezi parkı. Ne korkunç sensiz olmak. Ölüme doğru yürümüyordum aslında. Yol, ayağımın altından kayıyordu sadece. Ölüm yolun sonunda değil, altındaydı. Haydutlar etrafımı sardı ve ben kayıtsız kalmayarak küfürler savurdum. Bir büyük rakı aldım o gün, ve o gün sana koştum. Bulutlar ve yalnızlar her zaman güzeldir. Korkmayınız efendiler. Bir sigarayı küllüğün dışına söndürdüm ve gün bitti, yeni güne ithaf olacak küfürlerim burnumdan oluk oluk aktı, gözlerim sızladı ve güneş durumumu hayretle izlemeye başladı. Neyse ki bu akşam dolunay olacak. Hak eden gözlerinden öpüyorum, selametle ey yüce dünya.
25 Ocak 2015 Pazar
yağmur ve yoksunluk
Öyle bir fısıldardı ki bana, bütün hikayelerin sonu olduğunu unuturdum. Kahvaltı hazırlamış, önce dudaklarımı, sonra beni uyandırmış kadar aşk kokan bir fısıltı. Hep kısık sesle konuşurdu, ben de öyleydim. Az konuşurduk, çok tanışırdık, çok karışırdık. Ağzını bilmem ama, gözleri gülerdi benimleyken. Benim içim ısınırdı gözlerine baktıkça. Bir zamanlar hiç korkmazdı, benden daha cesurdu hayata karşı. Hayatta olmak cesaret gerektirir. Sonra bir gün bir sigara eksik içtim. Bir gün rakının suyunu fazla kaçırdım. Gücünü tükettim onun. Cesaretini tükettim. Güvenini kokainle karışık burnuma çektim, dumanla karışık ağzımdan yalanlarla üfledim. Hiç saymadım, ama çok fazla sorun vardı ortada. Tenine dokunduğumda ise saydım, hepsi yok oluyordu benim için. Bir gün, onun için kötü bir adam olduğuma inandı. Daha doğrusu, iyi bir adam olabileceğime karşı olan inancını yitirdi. Hayatı birlikte öğrenmiştik, acıyı birlikte öğrenmiş ve paylaşmıştık oysa. Benim de canım sayısız kez yanmıştı ama, ben en fazla üç kez kafamı pencereden çıkarırdım günde, o yüzden fazla sürmezdi.
Düşüncelerime sarılırdı, sözlerimle sevişip bedenimi dinlerdi. Ben hiç tek parça olamadım. Her parçamla ayrı sevdim, her parçamı ayrı sevdi. Her şey bu kadar anlamlı ve hayat standartlarının üzerindeyken kötü bir insan olduğuma inandı. Ben de inandım buna. Odam ve duvarlar da inandı buna. Hepimiz, herkes ve her şey buna inandı. Ben o gün her şeye savaş açtım. İyi bir adam olduğuma sadece kendimi ve onu inandırmam yeterliydi, bütün gücümü buna harcayıp, seviye belirleme sınavında veya hastalık sonrası sevişmelerde olduğum gibi başarısız oldum. Bütün enerjim harcandı, geriye hiçbir sikim kalmadı. Tek bir şeyi başardım, ben iyi bir adam olduğuma inanıyorum.
Sabaha kadar konuşup hiçbir yere varamayanlar'a ithafen.
''Her şeyi al, bana beni geri ver.''
Düşüncelerime sarılırdı, sözlerimle sevişip bedenimi dinlerdi. Ben hiç tek parça olamadım. Her parçamla ayrı sevdim, her parçamı ayrı sevdi. Her şey bu kadar anlamlı ve hayat standartlarının üzerindeyken kötü bir insan olduğuma inandı. Ben de inandım buna. Odam ve duvarlar da inandı buna. Hepimiz, herkes ve her şey buna inandı. Ben o gün her şeye savaş açtım. İyi bir adam olduğuma sadece kendimi ve onu inandırmam yeterliydi, bütün gücümü buna harcayıp, seviye belirleme sınavında veya hastalık sonrası sevişmelerde olduğum gibi başarısız oldum. Bütün enerjim harcandı, geriye hiçbir sikim kalmadı. Tek bir şeyi başardım, ben iyi bir adam olduğuma inanıyorum.
Sabaha kadar konuşup hiçbir yere varamayanlar'a ithafen.
''Her şeyi al, bana beni geri ver.''
6 Ocak 2015 Salı
Ödünç bir soğuk
Derin bir nefes aldım. Bu bana varoluşun devam ettiğini hatırlattı. Bazen, zaman kavramıyla birlikte onu da yitirdiğim hissine kapılıyorum. Bunun adı kaybolma durumu. Boşluk. Anlık bir boşluk. Bu tip anlar birbirini kovaladığı zaman insan delirmekten kurtulamaz. Bir bakmışsın, öfke gitmiş, yerine bir deli rahatlığı gelmiş. Bacaklarım kasıldı ve kafamı ellerimin arasına aldım. Yerdeki küçük delikle dakikalarca bakıştım. Başta ne düşündüğümü ve ne istediğimi bilmiyordum. Sonra ne istediğimi fark ettim. Kafamı o minik delikten sokarsam dünyanın geri kalanından kaçabilirdim. İstanbul'a Ankara soğuğu hakimken bunu düşlemek beni rahatlattı.
Yedi araba geçti sokaktan. Üç çocuk koşuşturdu. Ankara soğuğu İstanbul'a çok yakışmıştı. Pencereyi kapattım ve bir hisse kapıldım. Gezi Parkı'nda da bu hisse kapılmıştım. Etraftaki en cansız varlık bendim. Zaman kavramımı kaybettim. Günlük ortalama dokuz kez kaybederim zaman kavramımı.
Hiç saymadım, ama çok az umut vardı aşağıda bir yerlerde. Beşiktaş'ı tutmanın bir getirisi değildi bu. Bu daha derin bir meseleydi. Zaman zaman içinde kaybolunan, derin bir mesele. Aynı zamanda korkunç. Sineklerle dost olmak, duvarlarla güçlü bir iletişim içinde olmak kadar korkunç. Yalnızlık. Saniyelere bölünemeyecek kadar katı bir yalnızlık. Sigara ve borçlar. Sigara ve sigara borçları. Zaman zaman kontrolsüzleşen bir delilik. Taksiden inip eve kadar yürümeye karar verdim. Yağmur yağıyordu ve İstanbul'a Ankara soğuğu hakimdi. Ben İstanbul'un Ankara soğuğunu hep sevmişimdir. Ödünç bir yaşamda, ödünç bir hava durumu. İlişik yaşamak. Sadece saniyelerden korkmak, ölümü bile dostça karşılamak. Benim hiç parlamayan bir yıldızım vardı cüzdanımda. Gökyüzünde de bir yıldızım olsa, o da parlamazdı. Yılda birkaç gün ışıldardı belki biraz. İstanbul'a Ankara soğuğu hakim. Tanju Okan öleli çok uzun zaman oldu, seni hala seviyorum.
bir saniye durdu
bir saniye daha durmayacaktı
ancak bu şekilde anlamlı olabilirdi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)